B.
Kıraathanede oturuyorduk. İçeri girdi. Kalabalığı selamladı. Arayan gözlerle başını sağa sola çevirdi. Ta ki aradığını bulanda yanımıza vardı.
Elini masamızın yamacındaki boş tabureye uzattı. Sonra
“Siz O'sunuz, değil mi?” dedi.
“Kim miyiz?” diye sual ettik.
“…o işte canım, hani şuu…”
Derken sözünü kesmek icâb oldu.
“Biz,” dedik. “…aciz bir kuluz sadece.”
İçeride bir sessizlik. Ardından, kalabalık koşar adımlarla
çıktı kıraathaneden. Gülüverdik.Tutamadık kendimizi. O yabancı, elini çekti
tabureden, vazcaydı oturmaktan.
Yanımızda birkaç refikle biz, naçizane dost
meclisimizle, masamızdan ayrılan yabancıyı izledik. Kapıya yanaştığında durdu. Sonra tekrar, hızla
döndü bize doğru, ses çıkaran ayakkabısıyla sessizliğe zıt;
geldi tekrar yamacımıza, çekti tabureyi ve oturdu.
“Şimdi inandım…” dedi. “…siz
O’sunuz elbet…”
Sükût ettik. Merakla dinledik. Devam etti
sözlerine:
“...inanması zor ama kalabalık dağılınca
idrak ettim. Siz az kalan, bildiğini amel eden, öğreten, Rahman’dan gelen,
Rahim’e giden bir…”
“Aciz bir kuluz sadece” dedik, son
kez. “Derdimiz, muhabbet ve Rıza-ı İlahi
evvela.”
“Eyvallah” dedi.
“Eyvallah” dedik.